
Şifre
Jorge Luis Borges
Borges’in Şifre adlı kitabını ilk kez elime aldığımda, elimde tuttuğum şeyin yalnızca bir şiir kitabı olmadığını hemen hissettim. Sanki kelimelerin arasına gizlenmiş, keşfedilmeyi bekleyen başka bir metin daha vardı; görünmeyen ama sezilen bir kod, bir işaret dili… Borges’in bu geç dönem şiirleri, bana bir yazarın yaşarken kendi mezar taşını oymasını andırdı. Her dize, her durak, her tekrar, hem ölümün kaçınılmazlığına hem de belleğin çürüyen sarmalına bir işaret gibiydi. Okurken, Borges’in körlüğünün ardından gelen görme biçimini ben de içimde hissettim — ışık değil, anlamlar, çağrışımlar, yankılar… Bu kitapta Borges, kendi evrenini neredeyse minimalist bir şiir anlayışıyla yeniden kuruyor. Onun için zaman, artık fiziksel bir akış değil; şiirsel bir yankı. Bir Borges şiirini okurken kendimi sık sık şöyle derin düşünceler içinde buluyorum: “Bu kelimeyi gerçekten okudum mu, yoksa sadece zihnime bırakılmış bir imgeyi mi takip ediyorum?” Şifre’de Borges, geçmişini, kayıplarını, unutmayı ve hatırlamayı hep üstü örtük metaforlarla örüyor. Bir Borges okuru olarak bu şiirlerdeki sesin, artık öykülerindeki o tumturaklı ve zeki anlatıcıdan çok, bir insanın kendi yalnızlığıyla konuşan iç sesi olduğunu fark ettim. Şifre, bir bakıma Borges’in “dünyaya bıraktığı son parola” gibi. Onu okumak, sadece Borges’i anlamaya çalışmak değil; kendi zihnimin içindeki anlam labirentinde dolaşmak gibi bir şeydi benim için. Borges’in sonsuz aynalar, labirentler, gölgeler, zaman ve kader imgeleriyle dokuduğu bu şiirsel evren, her okuyuşta yeniden açılıyor bana. Bu yüzden Şifre, kitaplığımda sadece fiziksel bir yer tutmuyor; zihnimde, sezgilerimde ve dilimin ucunda bir yer ediniyor. Her geri dönüşümde başka bir sırrını açığa vuruyor. Kimi kitaplar vardır, okuduktan sonra insanı konuşkan yapar; Borges’in Şifre’si ise beni susturuyor. Ama bu suskunluk, bir yoksunluğun değil, bir doluluğun suskunluğu…